Lapsekili
  uzuncana bir öykü
 


Yeni Ev

Yeni evime taşınalı bir hafta kadar olmuştu..
Kirâsı uygun, içi bakımlı, balkonu güzel bir ev..
Kütüphânemi yerleştirmek, gardırobumu düzenlemek, mutfağa çeki düzen vermek derken epeyce yorulmuştum, fakat ertesi gün tüm bunların acısını çıkartırcasına balkonuma kurulup soğuk içeceğimi yudumlayarak güzel bir pazar keyfi yapmayı düşünüyor, kendimi buna iyice hazırlıyordum..

Ne var ki işler öyle gelişmedi..

Saat 9.15 sularında uyur uykumdan sıçrayarak uyandım; perdeyi açıp baktım ki sokağın girişinde kakavan bir mugannî o iğrenç sesiyle ortalığı inleterek bayağı seçim sloganlarını sıralayıp duruyor..

Kâbus gibiydi..

Kendimi bir sinir törpüsünde hissettim, olay çıkartmamak için kendime hâkim olmaya çalıştım..

Neyse ki çok sürmeden çekti gitti, ben de mutfağa gidip kahve hazırladım, elimde kupamla birlikte balkona doğru yöneldim..

Karşı apartmanda müstakbel komşularımdan biri bağıra çağıra etrâfına öfkeler saçıyor, yanındaki hanıma küfürler savuruyordu..

Adamı bir görecek olsanız..

Fanilâsından kıllar fışkırıyor, insanın midesini dümdüz edecek el kol hareketlerini öyle fütursuzca savuruyor, etrâfa "sen benim kim olduğumu biliyor musun" dercesine küstah ve mekruh bakışlar yöneltiyordu..

Öfkesi baldan tatlı geliyor olmalıydı ki ses tonu gittikçe yükseliyor, hani bir kaşık su bulsa yanındaki hanımı boğmaya hazırlanıyordu..

Daha ne olup bittiğini anlamadan sokağın ortasına kırmızı bir porche park etti; içinden kulakları tırmalayan iğrenç bir gürültü yükseliyor, bu arada benim sinirlerim de gerildikçe geriliyordu..

O pas kirleri ve hardal lekeleriyle dolu pis fanilâsıyla konsere çıkan, toplu alanlarda elini kolunu nereye koyacağını bilmeyen; şarkılarında 'anneni boğazla, kız arkadaşını başka heriflere sat, babanı bıçakla' diye "psikopatolojik saadetler" öğütleyen, araya ikide bir sunturlu küfürler döşenen Eminem'in sesiydi bu..

Aklıma geldikçe insanlığın geleceği hakkında duyduğum dehşet tavana sıçrıyor..
Bir süre park hâlinde beklediler, araçtan inen çıkan olmadı, ben de gözlerim karşı apartmanda, kulağım kırmızı porchede, n'olcak diye bekliyorum..

O sırada aldı beni bir düşünce:

Dünyâmız genelinde ve Amerika, Almanya, Fransa gibi post-kapitalist toplumlar özelinde insanlık değerlerinin dibine darı ekilirken Eminem gibi psikopatlar bu tarlayı def-i hâcetleriyle besliyor ve geniş halk kitleleri el çırparak bu manyaklığı; bu saplantılar kumpanyasını "keyifle"(!?) seyrediyor..

Akıl hastahânesine kapatılması gereken bir herîf-i nâşerif nasıl olur da dünyâ kamuoyu nezlinde onöre edilir ve hattâ Grammy gibi değerli bir ödülle ödüllendirilir, anlamıyorum..

Yoksa işe jüri üyelerinden; îtîbâr arşivlerini hızla kösnüleştiren ve müzikte "negatif seleksiyon"u artık bir doğa yasası hâline getiren bu şahıslardan mı başlamak gerekir, bilmem..

Kahvemi bitirmiş, tam mutfağa doğru yönelmiştim ki araçtan yirmili yaşlarda sarışın bir kız ile ondan beş-on yaş daha büyükçe bir adam indi; vedâlaştılar ama ne vedâlaşma..

Yüzlerindeki hayâsızlık gözümün önünden gitmiyor..

Ve birbirlerine o kadar yakın oldukları hâlde yüksek sesle konuşmaktan sakınmıyor, sürekli olarak 'şeyli meyli' konuşuyorlardı..

Güne hiç de iyi başlamamıştım; insanî değerleri hiçe saymanın kefâreti ayaklarımın altına serilirken ben hiç de iyi olamazdım..

Fakat her şeye rağmen yeni evimdeydim, burası oturduğum diğer iki eve nazaran çok daha güzeldi ve ben bir an önce bu güzelliğin tadını çıkartmak istiyordum..

Derken, balkonda kahvaltı yapmak istedi canım; balkonu, masa ve sandalyeyi bir güzel yıkadım..

Sonra da ekmek almaya, markete çıktım..

Ben geldiğimde market henüz açılmamıştı, biraz beklemem gerekiyordu..

Alışveriş arabalarının yanında öylece beklerken önümden yaşları sekiz ile on beş arasında değişen bir çocuk kâfilesi hep bir yöne akan palamut sürüsü gibi geçti; marketin altındaki mescitte verilen Kuran derslerinden çıkıyorlardı..

Kız çocukları başlarını açıyor, oğlan çocukları da kendi aralarında konuşuyorlardı..

Fakat sanki az önce uhrevî bir ortamı paylaşmamışlar gibi, ellerinde Kuran-ı Kerim yokmuş gibi ağızlarında bir küfür, bir küfür, bir küfür..

Ve yüzlerinde bu kandilli küfürleri tamamlayan arsızlık rölyefleri..
'Aman efendim, çocuktur onlar..' deyip geçmek kolay, fakat işin daha da üzücü olan kısmı zâten bu değil mi..

Bugün böyle konuşan, hemen bütün meramlarını 'şiişt', 'heeyoo', 'ahahahhhaaa', 'ohuhahaohuhaaa' gibi anlamsız bir yığın ses yumağıyla ve kusar gibi böğürerek anlatmaya çalışan bu çocuklar yârın öbür gün nasıl bir dil konuşacak kim bilir..

Alışverişimi yaptım, eve döndüm, torbaları açıp kahvaltımı hazırlamaya başladım ki gördüğüm manzara karşısında dilim tutuldu desem yeridir:

Balkon pislik içinde; meğer üst kat komşum halılarını silkelemiş..

Sanki gizli bir el bu pazar sabâhını bana zehretmek için elinden geleni yapıyordu..

Kafamı kaldırdım, orta yaşlı bir bayan, aşağı kata yeni kirâcının taşındığını bilmediğini söyleyerek özür diledi, fakat iş işten geçmişti..

Etrâfı yeni baştan temizledim; artık başka bir kötü sürprizle karşılaşmamak için duâ ettim..

Kahvaltımı hazırladım, müzik setinin bir kolonunu balkona çıkarttım, kısık sesle Polis Radyosunu açtım; bu frekanstan yayılan Türk Sanat Müziği nâğmeleri eşliğinde nihâyet kahvaltımı yapabildim..

Ve düşündüm:

Kültürün hızla eğlenceye indirgenmesi, kültürel etkinliklerin yozlaşması, dilimizin ve dolayısıyla dünyâmızın hızla küçülmesi, insâni değerlerin giderek değersizleşmesi..

N'olcak bizim sonumuz!..

Anadolu binlerce yıllık târihinde hiç bu kadar büyük bir kültürel buhrâna düşmemişti; bugün ise kültür adına hızlı bir kültürsüzleşme yayılıyor, tüketim kültürünün aptallık hipnozuna dûçar kitleler kültürümüzü değerden düşürüyor..

Bu kötülüğü Anadolu'ya Moğollar bile yapmadı; şehirlerimiz yakıp yıktılar ama dilimize, kültürümüze, ahlâkımıza dokunmadılar ve biz bu kurumlar mârifetiyle kendi küllerimizden yeniden ve çok daha güçlü bir biçimde doğduk..

Bugün ise konuştuğumuz dil kendi küllerimizden yeniden doğmamızı mümkün kılmıyor..

Ekranlarda sergilemedik soytarılık bırakmayan şu ayran budalası çav dilberlerinin "İngiliz aksânı Türkçeleri"ne, bu dili perçinleyen o iğrenç gırtlak solumalarına bir bakınız..

Dilimiz hızla küçültülürken dünyâmız da hızla küçülüyor; insanımız da öyle..

"Eskidiği" gerekçesiyle bir tarafa bıraktığımız kavramlar, deyimler, kelimeler bizleri git gide büyüyen ahlâkî bir çürümenin girdabına çekiyor..

Değerlerimizin değersizleşmesini habis bir ur gibi hemen tüm sosyâl kurum ve ilişki biçimlerimize yayıyoruz..

Unuttuğumuz her kelime dünyâmızdan eski bir değeri alıp götürüyor ve kültürümüz hızla değerden düşüyor..

Oysa ki kültürün evrimi yeni insanlık değerleri sunmak yönündedir; hem millî kültürümüz hem de dünyâ kültürü buna hizmet edecek yerde değerleri baş aşağıya çeviriyor;
kültürün aslî öğesi olarak eğence konumlandırıldığında tüketim kültürü sonunda kültürü de tüketiyor ve kültürel etkinliklerin temel amacı insanları daha fazla ve daha fazla ve daha fazla semirtmek oluyor..

İşte televizyon karşısında geçirilen esâretlik saatlerimizin serencâmı..

Bir örnek vereyim:

Arapçada 'kötü' anlamına gelen iki yüzün üzerinde kelime var; yâni Arap dilini kullananlar 'kötü' olarak nitelendirdikleri nesneleri, olay ve olguları, durumları vb.. birbirinden ayırt edebilecek geniş bir görüş açısına sâhipler; pekî ya biz..

Bu ve benzeri ayrımlar ortadan kalkınca incelikli düşünme yeteneği de ortadan kalkıyor ve artık naifliği artık sâde suya tirit düşüncelere, hazırlop görüş ve fikirlere müebbet ediyoruz..

Eserlerinde kırk bin değişik kelime kullanan Victor Hugo ya da altmış bin kullanan Dostoyevski bunca zamandır insanlığa bu kadar doğru bir biçimde yol göstermeyi başarabilmişse bunu dillerinin ve dünyâlarının zenginliğine borçlu değiller midir sizce..

Fakat ne kadar üzücüdür ki günümüzde kültürel etkinlikler hızla yaşamı devâm etmeye dönük temel faaliyetlere indirgeniyor; insandaki güzellik duygusu, estetize edilmiş hazlar, beğeniler vb.. yok ediliyor..

Öfkelenmek, bir kimseye veya olaya kızmak vb.. duygu ve durumlar insan doğasının bir parçasıdır; bunlardan kurtulmamız gerekmediği gibi bunu yapmak da zâten mümkün değildir..

Fakat bu duygu ve durumları ifâde etmenin bin türlü yolu var ve bunlar arasında hayvansı olanları seçmek biz insanoğullarına ve insankızlarına hiç mi hiç yakışmıyor..

Görünen o ki bütün bu sorunlarla mücâdele etmek için fazla zamânımız yok; bir an önce harekete geçmemiz lâzım..

Eğer gerekli önlemler alınmazsa bugün benim kuşağım nasıl ki Fuzûlî'yi, Bâkî'yi, Şeyh Gâlib'i anlamıyorsa bizden sonraki kuşaklar da Attilâ İlhan'ı, Ece Ayhan'ı, Sunay Akın'ı anlayamayacak..

Fikrimce yumurta küfesi şâirin sırtında; eğer içimizde ilk taşı en günâhsız olanımız atacaksa bu kuşkusuz şâirdir; bir dili en iyi kullanan kişiler o dilin şâirleridir, her şâir kendi dilini en iyi bilen kişiyse, evet, ilk taşı şâir atmalıdır..

Şâirin yarattığı her bir imge zemheri ayında açan bir tomurcuk gibidir; bu tomurcuk serpildiğinde şâirin yüreği kabarır; sürgün yemiş kelimeleri bu tomurcuğun sürgünlerinden yeni baştan doğurur..

Her dil kendi şâirleriyle zenginleşir, gelişir, genişler, küllerinden yeniden doğar..

Dil şâirin evidir ve şâirler aslâ ölmez..

Ancak dil eridikçe ahlâk da erir ve bu, şâirin idâm fermânıdır..

Şâir dilin eriyip gitmesine sıradan bir bar sarhoşu gibi seyirci kalamaz..

Şiir ahlâktır..

Ve şâir gönlüm der ki: dil giderse ahlâk da gider..

 

 

 

KAYNAK:www.acikistihbarat.com

 

 

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol