Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya Vakfiyesine “İnsan kainatın özüdür. Bu vakıf insanlar içindir” sözüyle başlamış. İnsanın dilini, dinini, soyunu ya da rengini değil yalnızca insan olmasını esas alarak hareket eden bir yaklaşım ortaya koymuştur. Zira Mevlana’nın “kim olursan ol” insansan “yine de gel” düşüncesinin özünde de bu vardır. Gelibolulu Mustafa Ali’nin “Nasihatün Selatün” adlı eserindeki bir şiiri şöyledir:
“Mesacid ü meabid ko adem yap
Kabe yapmakcadır adem yapmak
Taş ağaç kaydı ne lazım Şahım
Yaraşır şehlere adem yapmak”
Mescit ve mabet yapmaktansa “insan yapma” nın daha önemli olduğu, padişaha bunun yakışacağı biçimindeki bir anlayış son derece anlamlıdır. Şeyh Galip’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen” ifadesi de yukarıdaki yaklaşımlarla taban tabana uyum içindedir. Zira bütün bu anlayış temelini İslam’dan almaktadır. İnsanı “eşref-i mahlukat” olarak niteleyen yüce İslam dini, “Bir insanı kurtarmanın bir kainatı kurtarmak” anlamına geleceğini söyler. Çolpan, yaptığı gizli bir görüşmede İsa Yusuf’a “İsa Bey, gerek bizim, gerek sizin için yapılacak şey, adam yetiştirmek; adam yetiştirmek, her şeyden anlayacak adam yetiştirmek. Ne çektiysek adamsızlıktan çektik”, derken aynı gerçeğe vurgu yapmış oluyor. Hatta sufilikte insan “Hiçbir şeye sahip olmayan ama hiçbir şey tarafından da sahiplenilemeyen bir yaratık” olarak nitelenir. Buna karşılık batı dünyası insanı “Homo hominus lupus” (İnsan insanın kurdu) ya da biraz daha ileri giderek “Homo hominus deus (insan insanın Tanrısı) şeklinde tarif etmişti. Balzac “Her insanın bir fiyatı vardır” derken; Hugo “Kainat kadardır insanın beyni” demektedir.
Bir dinin gerçek bir din, bir ideolojinin gerçek bir ideoloji, bir hukukun gerçek bir hukuk, bir bilimin gerçek bir bilim olduğunun temel ölçütü ” insan odaklı “ olup-olmaması ile ilgilidir. Kalkınmanın, gelişmenin ve medeni olmanın temel ölçütü de bu olsa gerek. Zira din, ideoloji, hukuk ya da bilim insan için, insanı daha mutlu yapmak için vardır. İnsanın ideoloji, din, bilim ya da hukuk için var olduğunu iddia etmek, eşyanın doğasına aykırı fikir yürütmek demektir.
İnsana layık olduğu değer verildiğinde bundan kazançlı çıkan, ona yeterli değeri veren mekanizma olmaktadır. Gerçekten tarihimizde insana yeteri ölçüde değer atfedildiği zaman, toplum yükselmiş ve gelişmiş. İnsana verilen değer azaldığı zaman da toplum çökme noktasına gelmiştir.
İnsan hakları, demokrasi, bireysellik, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar insana atfedilen değeri göstermektedir. İşin ilginç yanı, bunların tamamına yakının Batı’da üretilmiş, formüle edilmiş ve uygulamaya konulmuş olmasıdır. Bugün batının üstünlüğü, insana verdiği bu önemden kaynaklanmaktadır. Japonya’da bir firma yöneticisi ” Firmamda iki bin adam var. İki bininin kafa gücünden de yararlanmam gerekir” şeklinde konuşmaktadır.
Bilginin en büyük güç, bilgiyi kullanmasını bilen insanın ise en büyük otorite olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İnsana akıllıca yatırım yapmasını becerebilenler, dünyaya hakim olacak mesafelere ulaşmışlardır. Dünyada kaba bir genelleme yapacak olursak, iki tür insan yetiştirildiğini söyleyebiliriz: Birincisi müteşebbis, yaratıcı, sorgulayıcı, üretici, inisiyatif sahibi, yüksek iradeli, enerjik ve hayır demesini bilen insan, ikincisi ise “evet efendimci”, “yumuşak başlı”, “acınacak kadar evcilleşmiş”, “gönüllü kulluğu peşinen kabullenmiş”, “yerine göre kendi özgürlüğüne kendi eliyle son veren” uysal insan. İnsan yetiştirme düzeni birinciye benzeyen ülkeler egemen ve kalkınmış oluyor, ikinci tipe benzeyenler de her şeye ihtiyaç duyan, bağımlı ve geri kalmış ülkeler oluyor. Aradaki tek fark, insana verilen önem ve bu öneme uygun insan yetiştirme düzenidir.