Hayvan için en yüce değer, yaşamın korunması olduğuna göre, insan bilincinin, insanlık değerini kazanabilmesi için, bu içgüdünün üstüne çıkması gerekir. İnsanın, yeri geldiğinde hayvan türünden daha büyük riskleri üstlenebilecek durumda olması gerekir. Başka bir şuur tarafından tanınmak için, insan, canını tehlikeye atmaya, ölüm ihtimalini benimsemeye hazır olmalıdır. Öyleyse insanın temel ilişkileri yalnızca saygınlık ilişkileridir, birinin ötekince tanınması için, pahası ölümle ödenen, sürekli bir çarpışma söz konusudur.
Hegel diyalektiğinin ilk aşamasında, ölüm; insanla hayvanın ortak yanı olduğuna göre, birincisinin ikincisinden ancak ölümü benimsemekle, hatta istemekle ayrılabileceği ortaya konulmuş olunur. O zaman, tanınma uğrundaki bu büyük çarpışmanın göbeğinde, insan şiddetli bir biçimde ölümle özdeşleşir. “Öl ve ol”, Hegel bu eski özdeyişi yeniden benimsemiştir.
Tasavvufi bir vecd ile yokluğu ya da yok olmayı özgür olmak olarak alan bilgeler de olmak ile yok olmak arasında Hegel’inkine benzer bir ilişki kurmuşlardı. İşte tipik bir örnek: “Biliyorum Rabbim! Gam tuzağıdır varlık. Hür olmak yokluktadır... Keder çekmeğe arkadaş isterim. Ey felek! Her nerede gam varsa, gönder benim kederli gönlüme ve sonra bütün alemi gamdan azat et. Bu yolda azaltma nasibimi! (Pala; 1998; 14)”
Doğuda dost dahil bütün insanların gamını yüklenme arzusu vardır. Halbuki Nietzsche “felaketler” diler dostlarına, hakkı var; insan denen balçığı tunçtan bir heykel yapan ıstırabın sızılarıdır. O üstün insanına zulüm yapmada, işkence etmede “merhametsiz” olmasını önerir. Ona göre merhamet “zayıf insanların çakılıp kaldığı çarmıhtır.” Gerçekten de Nietzsche’nin üstün insan vasfına uyan şahsiyetlerin büyük bir kısmının merhametsiz olması, onun çok da haksız olmadığını göstermektedir! Ukraynalı anarşist Matrena Prisiazhuik, darağacına çıkarken son sözlerini söylüyordu: “Darağacına gururla, korkusuz ve sizi aşağılayarak çıkıyorum. Ölümüm kızgın bir alev gibi daha bir çok yüreği ateşleyecek. Muzaffer olarak ölüyorum. Ölümüm zaferimdir.”
Bombasını, Vaillant’ın intikamını almak için St. Lazare garının kalabalık kahvehanesine atan Henry, kaçarken polise ve sağa sola da ateş açar: “Öldürmek istiyordum, en az on beş kişiyi öldürmek istiyordum” diye bağırır. Yakalandı ve giyotinle kafası kesilerek idam edildi. Körpe kafasını giyotine uzatırken haykırdı:
“-Benimki keseceğiniz son kafa olmayacak! (Akyol; Politikada Şiddet; 83)” Teröristlerin cenazelerinin arkasından arkadaşlarının “bir ölür, bin diriliriz!” diye bağırması tesadüf değildir. Bu olgu “ölerek olmak”, “yok olarak var etmek” inancını göstermektedir.
Napolyon’un mareşallerinden Ney, kendisine ateş edemeyen askeri müfrezeye “Çocuklarım; size emrediyorum; kumandaya itaat edin ve üzerime kurşun sıkınız! Yalnız çehreme hürmet gösteriniz” demiş ve böylece kurşuna dizilmiştir.
Sokrates, meşhur savunmasını yaparken, bunun kurtuluşa değil, ölüme götüren cinsten bir savunma olduğunu bizzat söylemiştir. Herhalde O da olmak için ölmenin gerekli olduğunu düşünerek bunu yapmıştır. Gandhi şöyle diyor: “Alçaklıkla zor kullanma arasında bir seçme yapmak gerekirse, zor kullanmayı seçin, derim... Benim beslediğim sakin cesaret, öldürmeden ölmek cesaretidir... Bütün bir ırkın erkekliğini yitirmesindense, zora başvurmayı seve seve göze alırım. Şerefsizliğine alçakça seyirci kalmaktansa, Hindistan’ın şerefini korumak için silaha sarılmasını yeğlerim elbet.” Şerefin olması, erkekliğin yok edilmemesi için şiddet ve onun doğal sonucu olarak ölüm göze alınmalıdır. Yani “ölmeden olunmuyorsa” ölünmelidir!
Bireysel alanda olduğu gibi toplumsal anlamda da “ölmek ile olmak” arasında çok yakın bir ilişki vardır: “Mısır’ı aldık ama Sinan’ı kaybettik!” demişti Yavuz! Hani bu “Mısır-Sinan” ikilemini anlamak belki mümkündür. Ancak işi daha da ileri, “AB’ye tam üyeliği kazandık ama Türkiye’yi kaybettik” e götürmemek gerekir!