Oscar Wilde’ın ünlü eserinin kahramanı şöyle konuşur: “Bizim için sanat neyse, onlar için de adam öldürmek o, diyebilirim”. Wilde, adam öldürmeyi olağanüstü duygular edinmenin bir yolu olarak görmektedir. Bu mantıkta eser olarak üretilen resim, coşkulara hüzün kattığı zaman ressamının ölüm fermanını imzalaması anlamına gelmektedir. Kahraman Dorian, resmini yapan ressamı bu yüzden öldürür. Zira o ruhu maskeleyen fiziki görüntüden ayırmış, portreye Dorian’ın ruhunu olduğu gibi resmetmiştir. Parıl parıl parlayan bıçak, yalnız ressamın canını almakla kalmamış, bir süre sonra da ressamın yaptığı resmi ve taşıdığı bütün anlamı öldürmek gibi bir görev üstlenmiştir. Geçmişi öldürerek, Dorian kendini kurtaracak, fakat korkunç yaşayan ruhu böylece yok olacaktır. Ancak sonuçta anlaşılacaktır ki bıçak resimle birlikte, Dorian’ın da kalbini delmiştir.
Bu mantığa göre insansal ile tanrısal arasındaki ayrım boştur. Artık bireycilik inancın, akıl İncil’in, politika dinin, yer göğün, çalışma duanın, düşkünlük cehennemin, insan da İsa’nın yerindedir. Tanrıyı köleleştirmenin, onu buyruk altına alıp kullanmanın anlamı, eski efendileri ayakta tutan aşkınlığı öldürmek ve yenilerini yükselterek kral-insan çağlarını hazırlamaktır. Düşkünlük gününü doldurunca, tarihsel çelişkiler çözülünce, “gerçek tanrı, insansal tanrı devlet olacaktır”. Homo homini lupus (insan insanın kurdudur) o zaman Homo homini deus (İnsanın tanrısı gene insandır) olur.
O halde önce Tanrı (dünyadaki insanı her türden eyleminden sorumlu tutan soyut güç) inancı öldürülmeli ve sonra bu inancın sekülerleşmiş somut görüntüsü olan devlet yok edilmelidir. Böylece insanı eyleminden sorumlu tutacak “maddi ve manevi” hiçbir mekanizma kalmamış olacaktır.
Bu mantıktan yola çıkan anarşist düşünürler, insanlar üzerindeki her türden otoriteyi reddederler. İnsan üzerindeki hem Tanrı, hem devlet, hem de toplum otoritesini köleleştirici ve tahrip edici bulurlar. “Anarşist, özellikle çoğunluğun kendi iradesini azınlığa dayatma hakkını reddeder.” “Yürekten itaat edeceğim tek bir iktidar var” diyor ve ekliyor Godwin; “Kendi aklımın kararı, kendi vicdanımın emrettiğidir.” Proudhon ise benzer bir biçimde “Her kim beni yönetmek için elini üzerime koyarsa, o bir gaspçı ve bir despottur; onu düşmanım ilan ediyorum!” diyecektir.
Anarşistlerin sonuçta varmayı hedefledikleri şey boş kâinat, ilkesiz yeryüzü, kaosa terk edilmiş insanlık demektir. İnsanlar bu paradoksda ölmeyi seçenler ile köleleşmeyi seçenler olmak üzere ancak ikiye ayrılabilir...
Böyle bir anlayış elbette cinayetlere bulanmış, kanla boyanmış ve yağmayla semirmiş insanlar ortaya çıkaracaktır. Bütün bu yaratıkların yapmadıkları yasaların ve yer almadıkları bütün hükümetlerin düşmanı olan, özgürlük vaat eden ve despotizm uygulayan, kardeşlikten söz eden ve kardeşlerini katleden kişiler olarak literatüre girmeleri söz konusu olacaktır. “Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu dahili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız...” demişti Nietzsche! Bu zihniyet Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında insanlığa cehennemi yaşatmıştır. Vietnam ve Irak’ta da aynı şey defalarca tekrarlanmıştır.
Tanrı öldü(!) diye çığlık atanlar, sonuç olarak Hitler'i diriltmişlerdir