Bağlantılar |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Olmak ile sahip olmak arasındaki insan |
|
|
Olmak ile sahip olmak arasındaki insan! (1)
|
|
DÜŞÜNCE KULÜBÜ
Hamlet “Olmak ya da olmamak bütün mesele budur” der. Gerçekte ise bütün mesele olmak ile sahip olmak arasındaki çelişkide yatmaktadır. Daha çok mülk, para ve eşyaya sahip olmanın yaşamın tek amacı olarak algılandığı, insanlığın rakamlara indirgendiği bir dünyada sahip olmak ile olmak arasındaki ilişkinin anlaşılması çok zordur. Olmak için sahip olmak gerektiğini savunan düşünce biçimi sahip olmayanı yok hükmüne indirger.
İnsani olgunlaşmanın en üst basamağına ulaşmanın yolunun sahip olmak güdüsünün aşılmasından geçtiğini söyleyen bilgeler var. Marks, gerçek amacın çok şeye “sahip olmak” değil, çok “olmak” olduğunu belirtir. O lüksü de fakirliği de insanın yücelmesinin önündeki en önemli yük ve engel olarak görür. Türk kültür ikilimi de sahip olmaktan daha çok adam olmak üzerine kuruludur.
Olmak için ben tutkusundan ve ben merkezlikten kurtulmak gerekir. Her şeyi bireysel çıkar ekseninde değerlendirmekten kurtulmak gerekir. Olmak için her şeyden önce çıkar ve nefsi kutsallaştırmaktan uzaklaşmak gerekir. Hâlbuki yaşamdaki lüksün, refahın ve konforun göz kamaştırıcı görüntüsü, olmayı izin vermediği gibi sahip olmayı da kutsallaştırır. Rekabet, yoğun iş ilişkisi, hayat şartları ve süre giden görsel araçların manipülasyonu bireye vicdanının sesini unutturur. Bu iklimde yalnızca sahip olmak amacı her şeyi maliyet/fayda ve kâr/zarar temelindeki rakamlara indirger. Her insana bir fiyat biçme işi de böylece başlar. Çelişkiler yumağı içerisinde yaşayan birey ‘eğriyi doğrudan’, ‘adiyi soyludan’, kendisi için yararlı olanı zararlı olandan ayırt etme yeteneğini kaybettiğinde, insanlığını da büyük ölçüde kaybetmiş demektir.
İnsan olmak demek; onurlu ve özgür bir varlık olmak demektir. İnsan onur ve özgürlüğüne yönelik çelişkileri aşmadan kâmil anlamda insanlığının tadına varması mümkün değildir.
Olmak Nedir? Önemi Nereden Gelmektedir
Birçok yönden var oluşçu akımın öncülerinden olan Ortega Gasset, “olmak” teriminin değişmez anlamı insanın var oluşunu tanımlamada bütünüyle yetersiz kalmaktadır, der. İnsan, diye ısrar eder, “şudur” diyemeyiz, yalnızca şu ya da bu olma yolundadır, diyebiliriz (Pappanheim; 2002;20.) Bu yaklaşım var oluşçu görüşe uygun düşmektedir. Zira onlara göre var oluş, her an kendi kendini aşan varlık demektir. Varlığın kendisi geleceğe yönelik olduğundan, sürekli olarak kendi kendisinin önündedir. Bu düşünürler insan varoloşunu, insanın, ne ise o hale gelmek ve ne hale gelmesi gerekiyorsa o olmak kaygısı olarak görürler.
Olmak ile Sahip Olmak Arasında
Hayat olmak ile sahip olmak arasındaki mücadelenin ürünüdür. Gerçekte bu mücadelenin galiplerinden değil kayıp ettiğinin farkında olamayanlarından bahsedilebilir. Olmak ile sahip olmak arasındaki açıklığın büyüklüğü yabancılaşmanın da şiddetini gösterir. 21. Yüzyıla sahip olmanın kutsallaştırıldığı, bir ekonomik, sosyal ve kültürel sistem egemen olmuştur. Adeta olmak mahkûm edilmiş, sahip olmak kutsanmıştır. Alameti özel mülkiyet, faiz, kar ve iktidar üzerine kurulu olan küresel bir toplumda sahip olmak her şeyin, her şerefin ölçüsü haline gelmiştir. Böyle bir sistem tatminsizliğin pençesinde kıvranan, rekabet, köşe dönücülük, vurgunculuk, fırsatçılık vb. yöntemlerin her çeşidine açık garip bir insan yaratmıştır.
Saınt Just’un “Nerede büyük mal mülk sahipleri varsa, orada yoksuldan geçilmez” olmuştur. Böyle bir yerde bir şeylere sahip olmayanın hiçbir özgürlüğü yoktur. Bireyler pırıltılı çerçeve ve köşklerden indirilince, ar, hayâ, namus ve onuru da paralanmaktadır. Bütün bu olguları mevcut sistemin sahip olmak tutkusuna verdiği önem ortaya çıkarır. Karl Marks’ın dediği gibi “Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, ne kadar az düşünür, sever, teori yaratır, resim yaparsan o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun. Yabancılaşmış varlığın giderek büyür” (Fromm; 1992, 108.) Yabancılaşma tam da bu noktada yani olmak ile sahip olmak arasındaki uçurumdan türemektedir. Bu iki kavram insanın kendine ve dünyaya karşı nasıl bir tavır takındığını gösterir. İnsanın bir bütün olarak ne düşündüğü, ne hissedip, neler yaptığı, bu iki tutumdan hangisinin davranışlarında daha etken olduğuna bağlıdır.
Çok şeye sahip olmak istemek, aslında hastalıklı bir davranıştır. Ama çağdaş toplumların yapısı, kendi varlığını koruyabilmek için aşırı ve sürekli olarak büyüme ve üretim yapmak zorundadır. Bu nedenle de bizleri, insan olma onurumuzu yok sayarak, sürekli tüketime yöneltir, bu yolda manipüle der. Oysa her canlı organizmanın doğal bir büyüme sınırı vardır. Bu sınıra ulaşılınca, büyüme eğrisi ters döner ve yok olmaya doğru yönelir (Kirschner; 1998, 12.)
Halbuki; hırs, ihtiras ve bencillik kökenine dayanan bir “sahip olmak” isteği, Budha’ya göre sevincin değil, acıların kaynağıdır. Malı canın yongası olarak gören anlayış da sahip olmak tutkusunu fonksiyonu ile sınırlandırmıştır. Sahip olmak için gerekirse onuru feda etmek tutumu kitle adamları tarafından üstü kapalı bir hüsnükabul görmektedir. Sahip olmanın dayanılmaz cazibesini, olmanın onurlu erdemiyle dengeleyemeyen bireyin mutluluğa gerçek anlamda tatması imkânsızdır. Arzuların ve hayallerin olduğu gibi sahip olmanın da sınırı yoktur. Sahip olduğu maddi değerlerle mutlu olduğunu sanan insanların durumu, susuz bir insanın serap karşısındaki durumuna benzer. Hedonizm’in zirvesinde yaşayan ve “zevk aldığım kadar insanım” ya da “ne yiyorsam O’yum” diyen egoistte, yahut da “neye sahipsen O’sun” diyen materyalistte gerçek anlamda kalıcı bir mutluluk bulunmaz.
Erıch Fromm “To have or to be” adlı eserinde çağdaş insanın trajedisini aşağıdaki biçimde açıklar:
“Yeni bir insan ve yeni bir topluma geçişin tek yolu, her şeyi elde etmek, onlara egemen olmak biçiminde beliren ve kâr tutkusu, açgözlülük bir de ihtiras demek olan” sahip olmak “karakterini terk etmekten geçer. İnsanlar onları huzura, mutluluğa ve diğer insan kardeşlerini sevmeye yöneltecek olan” olmak “biçimli bir dünya görüşüne geçemedikleri sürece, kurtulmaları olanaksızdır.” Olmak biçimli bir dünya bireylerin sahte ve abartılmış ihtiyaçlarından sıyrılması ve onurunu her türden maddi zevke tercih etmeleriyle oluşturulabilir. Unutulmamalıdır ki, bütün yaratıklar içerisinde onur, yalnızca insana özgüdür. İnsandan onurunu alırsanız geride et ve kemik yığını bir enkaz kalır. Bu sebepledir ki, olgun insan için onursuz yaşamak yok oluşla eş değerdir.
Onur ve konfor çelişkisi
Küresel rekabet düzeni insanlara onur ve konforu birlikte sunmamaya özel bir önem atfetmektedir. Bu sistemin bir yanında bağımlı, pasif ve çocuksu itaat karşılığında konfor ve lüks vardır; diğer yanında ise kişilik, dik başlılık ve özgürlük karşılığında yalnız onur vardır. Bireye sorulun soru şudur: Onur mu konfor mu?
Birey ya onurundan vazgeçecek bunun karşılığında bir şeylere sahip olacak ya da kendisi olacak, başını dik tutacak bunun sonucu olarak da onuruyla baş başa kalacaktır. Sistem Fukuyama’nın da dediği gibi “Hiç bir zaman bireyin bir insan olduğu bu sebeple de bir onura sahip olduğunu düşünmez”. İnsanlara bir onura sahip olmanın yolunun kayıtsız şartsız bağımlılıktan geçtiğini bütün her türlü araç kullanılarak anlatılmaktadır.
Kitle iletişim araçları, medya, rekabet ve ilişki sıklığı yüzünden aptala dönen fertler, kendi gönül ve kafaları ile hareket etme yeteneklerini kaybetmektedirler. Kafalar; başkalarının çıkarları için, onların istek ve yönlendirmesiyle yığınla kavram cürufuyla tıkabasa doldurulmaktadır. Bu durum çıkar karşılığı kullanılmaya hazır, kendisini ifade etmek yerine söylenenleri tekrar eden insan kitlelerini ortaya çıkarmaktadır. Yalnızca izleyen, edilgen ve eyleminin nesnesi haline gelmiş bu tür davranışlar, ödüllendirilmek suretiyle özendirilir. Bu tür davranışları yalnızca komünizm ya da faşizm gibi totaliter rejimler kutsamaz aynı zamanda demokrasiler için de yumuşak başlı adam arzulanan insandır. Sonuçta “modern demokrasilerde” iyi “kesin olarak” faydalıyla bir tutulur. Egoizm sevgiden daha kuvvetli görünür ve Epicure (zevk) İsa’yı (sevgi) mağlup eder (Carrel;1977,100.)
Birey kendi yaratmadığı dünyada ve çoğu kez yaşamak zorunda kaldığı sosyal ve ekonomik sistemin parçası olmak zorundadır. Kendisine dayatılan böyle bir toplumsal sistem gurursuz ve belkemiksiz insanları özendirir. C.S. Lewis’in anlatımıyla; Modern toplumlar, belkemiksiz insanlar yani yalnızca arzu ve aklı tanıyan ve eski zamanlarda insan varlığının çekirdeğini oluşturan gurura ve öz değer duygusuna sahip olmayan insanlardan teşekkül etmiştir. Lewis’e göre ise “insanı insan yapan belkemiğidir”, çünkü “aklıyla o yalnızca bir ruh, iştahıyla ise yalnızca bir hayvandır”.
Daha açık bir ifadeyle “belkemiksiz” yani sürüngen insan, modern toplumların dayatmalarının ürettiği insan tipidir. Modern toplumlarda bireylerin yapabileceği en kolay iş onurlarını konforlarına feda etmektir.
|
Olmak ile sahip olmak arasındaki insan! (2)
|
|
DÜŞÜNCE KULÜBÜ
Olmak ile sahip olmak arasındaki insan! (2)
Onurdan yapılan fedakârlık düzeyine göre bireyler konfora gark olur. Bir kez onur konfora endekslenince, süreçte bir süreklilik gözlenilir. Konfora endeksli bir hayata karar verenlerin işleri kolaydır.
Ancak bireyin başkalarını kolayca ikna edebilen dış görüntüleri, kendi vicdanıyla baş başa kaldığında yeterince tatmin edici olmaz. Kendi kendisine bilerek yalan söyleyenleri ya da kendisinin aldatılmasına izin verenleri konu dışı tutmak gerekir. Çoğu kez “başkalarına karşı işe yarayan küçük hilelerin, insanın kendisi ile karşılaştığı o aydınlık caddede hiç bir şekilde” işe yaramayacağını bilmek gerekir.
Gerçekte insanın özüne aykırı yaşam ön plana çıkmaya başlayınca, sevginin gücü azalır. Bunun sonucunda, iç huzuru ve iç güvenliği kaybolan insanlar, eksiklik ve bozukluklarını dengeleyebilmek için “meşhur olmak”, “dikkat çekmek” gibi garip yollara başvurmaya başlarlar. Böylece insanlardaki onur ve birlik duygusu zamanla azalırken birbirlerinin üzerinde egemenlik kurma yarışı artar. Bu durum bireylerin kendilerini bir varlık olarak değil bir ürün ya da bir eşya olarak görmeye başlamalarının delilidir. Gelinen aşamada onurlu olmak, kendini pazarlayabilmek ya da başarılı olmakla ölçülmeye başlar (Fromm, 1997, 64.)
Böylece geleneksel değerler önemini yitirir; meşru olanla meşru olmayan arasındaki herkesçe kabul edilebilecek sınırlar da kaybolur. İnsanların bir çoğunun iyiyi kötüden ayıracak ahlaki ölçüleri dahi kaybolmuştur.
Hareket tarzlarının ne olacağına dair halk ile aydın, zengin ile fakir, ihtiyar ile genç, bilgin ile cahil arasında neredeyse hiçbir müşterek kalmadı. Onlar için ne iyi var, ne de kötü. Bir değere ihanet etmek, eğer bu ihanet avantaj sağlıyorsa onursuzluk sayılmıyor. İyi olan menfaattir, çıkardır. Cesaret faydasız tehlikeler arz ediyorsa; ölmektense hain olmak yeğ tutuluyor. Bir otomobil bir çocuğa tercih edilir hale geldi. Bununla birlikte onurlu, hakşinas, feragatli olmayı, çalışmanın güzelliğini ve kahramanlığı da hala tavsiye etmekten geri kalınmıyor (Carrel; 1997,100.) Bu gelişmeler sonucunda onur, amaç olmaktan çıktı ve her türden zevkin, eğlencenin, statünün ve konfor sağlayan unsurların aracı haline geldi. Çevrede görülen “onur-konfor” dengesizliği akla bazı soruları da getiriyor: “Kazananlar çoğu kez en güçlü, en kahredici olanlar, belki görenek ve gelenekleri ve ahlaki kanunları dinlemeyenler, belki vicdansızlar ve hukuk tanımayanlar değil midir?”
Özgürlük ve Mutluluk Çelişkisi
Bütün bu olguların net, açık ve bilinen çok az yönü vardır. Bireysel bilinç, toplumsal norm ve ahlaki yargılar önemli ölçüde kalıp değiştirmiş olarak görülmektedir. Artık her olanın olması lazım geldiği yönünde bir anlayışı da peşinden getirdiğine şahit olmaktayız. Çocuk fahişeleri, insan organını satan mezar tacirlerini, Hindistan’dan ithal iyi kalite bir kafatasını dekoratif malzeme için 750 dolara satanları, Lucy isimli köpeğinden ayrılmamak için evden, kentinden hatta ülkesinden ya da hayatından ayrılmayı göze alan insanların davranışını anlamlı bulmayanların sayısı gittikçe azalmaktadır.
Özgürlük ve mutluluk sorununun kökenlerini ilk insana kadar götürmek mümkündür. Kutsal kitaplarda ifade edilen “ya cennet ya haram meyve” çelişkisi karşısında ilk insanın atası “haram meyve” yönünde tercihini ortaya koymuştu. İnsanoğlunun cennet yerine dünyayı tercih etmesi bir anlamda mutluluk yerine özgürlüğü seçmesi anlamına gelmektir. İnsanoğlu dünya üzerinde kendi kurduğu sistemlerin, rejimlerin, kurumların ve örgütlerin karşısında sürekli olarak bu tercihi gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Tanrı karşısında özgürlüğünden taviz vermeyen birey, kendi elinden çıkma sistemler ve rejimler karşısında aynı direnci gösterememiştir.
Bir kısım düşünürler; “insanların seçme hakkının ellerinden alınarak onların mutlu edilmesi” gerektiğini ileri sürmektedirler. Onlar, insanoğlunun her an seçim yapmak zorunda kalmasının, vicdanıyla karşı karşıya gelmesinin onu mutsuz ettiğini iddia etmektedirler. Onun için de insanların mutlu bir dünya kurabilmeleri için her şeyden önce karın doyurmayan “özgürlük” adlı beladan (!) kendilerini kurtarmaları gerektiğini söylemektedirler.
İnsanın seçim yapmak zorunda kaldığında önüne çoğu zaman değişik seçenekler çıkmaktadır. Bu süreç gerçekte onun özgürlüğüdür; ama bu durum onun omuzlarına korkutucu bir sorumluluk da yükler. Farklı olasılıklardan herhangi biri üzerindeki kararın uğursuz olacağı ve özgürlükle suçluluk arasındaki yakın ilişkiyi açığa vuracağı acımasız seçimlere zorlanır. Bu yüzden, kendisine sadece seçim yapma gücü vermekle kalmayan, aynı zamanda onu bu seçimleri yapmaya zorlayan egemenliğine çok büyük bir değer vermez. Kendisini özgür olmaya mahkûm hisseder. Durmadan kendi adına karar vermek zorunda kaldığı bir durumdan kaçınmaya çalışır. İnsan, karşı karşıya kaldığı bu karar verme durumundan kurtulmaya çalışırken, bir anlamda kendi kendisinden kurtulmaya çalışır. Kaçamayacağı şeyden. Gene de ıstırabı o kadar derindir ki, artık kendisini kendi öz benliğine adamayıp, “ötekiler” in, “onlar” denilen belirsiz topluluğun seçimlerine tabi olduğu bir dünyaya sürüklenip gittiğini hisseder. Bu kişilikten bütünüyle yoksun bir varlık biçimdir; o denli genel ve meramını anlatmaktan aciz bir varlık biçimidir ki Heidegger, bunu tanımlarken kişisellikten, en arınmış ve en yansız bir terim olan ve “birçoğu arasından biri” anlamında kullanır. Bu durum herkesin “öteki” olduğu ve hiç kimsenin kendi olmadığı bir dünyanın can alıcı niteliğini gözler önüne sermesi bakımından hayli açıklayıcıdır. Bu dünyada şahıs zamirinin anlamı o kadar kaybolmuştur ki “ben düşünüyorum”, “ben tercih ederim”, “ben hareket ederim” gibi ifadeler içi boşaltılmış biçimlere dönüşmüştür (Pappenheim; 2002,21/22.) Huxley gibiler ise; tüm acıları ve mutsuzluğu ile birlikte özgürlük de istemektedir. Ancak sistem ona yalnızca bir özgürlük vermektedir o da “intihar etme özgürlüğü”.
Gerçekte ise özgürlük içermeyen bir mutluluk süreci ya sahtedir ya da aldatmacadır. İnsan köleliğe ayak uydurabilir, ama buna karşı, düşünce ve ahlakla ilgili niteliklerinin zayıflaması ile tepki gösterir; karşılıklı bir güvensizlik ve düşmanlıkla belirlenmiş bir kültüre uyabilir, ama böyle bir uyma onun zayıflaması ve verimliliğini yitirmesi ile sonuçlanır. (Fromm;1998, 34.)
Mutluluk içermeyen özgürlük Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi “Hür bir kümeste hür bir tilki özgürlüğü” dür.
Çağdaş insan bugün hâlâ tedirginlik içindedir. Kendi özgürlüğünü her türden buyurganların eline bırakmaya ya da kendini makinenin küçük bir dişlisine dönüştürerek özgürlüğünü yitirmeye, iyi beslenen ve iyi giyinen, buna karşın özgür bir insan değil de bir robot olmaya doğru adeta zorlanmaktadır. (Fromm;1997,11) Sonuç ise ortadadır: Mutlu bir robot, muzaffer bir köle. Onun için bir bilge “Eğer bakla ve sirke ile geçinecek kadar gücünüz varsa, kimseye boyun eğmezsiniz” diyor.
Gönül mutluluğun; özgürlük ise aklın sorunu olduğuna göre, niçin ikisi sentez olarak değil de analiz olarak karşımıza çıkmaktadır? Bu sorunun cevabı Fromm’un aşağıdaki veciz ifadelerinden saklıdır. “İnsan beyni yirminci yüzyılı yaşıyor; birçok insanın kalbi ise hâlâ Taş Devri’nde yaşamaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu henüz bağımsız, akli, nesnel olma olgunluğuna ulaşmış değildir. Bu insanlar, insanın tek başına olduğu, insanın kendinden başka yaşama anlam veren hiçbir otoritenin bulunmadığı gerçeğine dayanabilmek için, mitlere ve putlara ihtiyaç duyarlar. İnsan akıldışı nefret, yıkıcılık, kıskançlık, öç alma tutkularını bastırır; güce, paraya, bağımsız devlete, ulusa tapar; insan, soyunun büyük manevi önderlerinin, Buda’nın, peygamberlerin, Sokrates’in, İsa’nın, Muhammed’in öğretilerini dilinden düşürmezken, bir yandan da bu öğretileri bir batıl inançlar ve putperestlik ormanına dönüştürmüştür.” Bu gerçeği daha da vahim kılan; hem mutluluğu hem de özgürlüğü insanlardan esirgeyen ideoloji ve rejimlerin sayılamayacak kadar çok taraftar bulmasıdır.
Onursuzluğun Sosyal Sebepleri
Güç ve paranın her şeyin ölçüsü haline geldiği bir dünya, mutlu olmaya uygun bir dünya değildir. Orada dikkatler ezilenin değil ezenin, itibarlar onurlu insanların değil konforlu insanların üzerine çevrilir. Himayeler örsten değil çekiçten yana taraf olur. Önemlilik “erdem”den yana değil “ekmek” ten yana kayar. Bu ortamların içinde yaşayan insan, her yönden gelen yoğun bir “gürültünün” esiri hatta kurbanıdır. Bu gürültünün ardında bütün kitle iletişim araçları vardır. Uygarlığın ürünü olan bu araçlar, insanları sanıldığının aksine daha akıllı ve ahlaklı yapmazlar. Ne yazık ki tam tersine, giderek insanları daha çok şaşkın ve aptal bir hale getirirler. Sonuç olarak insan, birçok olumsuz etkilerin suçsuz kurbanı haline gelir. (Fromm; 1990,228) Modern insanın içine itildiği ilişkiler ağı onu küçültmüş ve ruhsal açıdan zedelemiş olduğu için, kültür yeteneği de çok azalmıştır. Scehweitzer sanayi çağının insanının “bağlı, mükemmellikten uzak, gücünü belirli bir noktaya toplayamayan ve insancıllıktan tümüyle uzaklaşma tehlikesi ile burun buruna” yaşadığını söylemektedir. (Fromm; 1990,228)
Çoğu kimse, özgür ve onurlu düşünüp davrandığında büyük belalara uğrayınca çareyi mevcut şartların gerçeklerine uymakta bulmuştur. Zira 20. yüzyıl; bilmeyen, düşünmeyen ve hissetmeyene mutluluk verirken; düşünen, duyan, sezen ve hissedenlere sıkıntının her türlüsü ile mutsuzluğu sunmaktadır. Zayıf kişilikler kas ve kafa gücünü kullanarak güçlükle ulaşılması ancak mümkün olan konfora onurunu feda ederek daha kolay yoldan ulaşılacağını artık görmüşlerdir. Fert kendi ayakları üzerine yürümenin ve vücudunu kendi ayakları ile taşımanın zorluğuna karşın başkalarının ayak, akıl ve enerjisine tutunmanın dayanılmaz kolaylığını tüm yapısında duymaktadır. Soyut ve karın doyurması mümkün olmayan bir onura karşılık, her türden zevk, şöhret ve para kapıda beklemektedir. Düşüncenin bağımsızlığından ve kişilikten taviz vermeye başlayınca bu tutum şahsiyetin bir parçası halini alır. Mademki kişi, inandığı, duyduğu ve hissettiğini yaşayamamaktadır; o halde yaşadıkları gibi duyma, hissetme ve inanma mekanizmasına teslim olmalıdır.
Mutluluklarını ve başarılarını sahip olduğu ya da tüketebildiği mallarla ölçen toplumlar, bir anlamda onurunu konforuna teslime hazır insanlardan meydana gelmiş toplumlardır.
Kuşkusuz mevcut yaşantımız sırasında kullandığımız eşyalar, karşılaştığımız insanlar, mal, mülk, törenler, iyi davranışlar, bilgiler ve düşünceler: Bütün bu unsurlar kendiliklerinden kötü değildir. Onları kötü yapan, çekilmez kılan, fetiş hale getiren, özgürlüğümüze düşman eden, bizim onlara karşı olan tutkumuzdur. Bizim eşyaya yaklaşım biçimimiz onlara tutunarak ayakta kalmaya çalışmamız, kendimizi eşyanın zincirlerine tutsak etmemiz sonucunu doğurur. Yanlış olan “ava gidenin avlanması” dır, ya da sahip olmaya çalışan insanın farkında olmadan sahip oldukları tarafından kullanılmasıdır! Olmak deyince akla, hayat, canlılık, doğum, yenilenme, verimlilik ve etkinlik gibi şeylerin geldiğini söyleyenler vardır. Bu anlamda olmak sahip olmanın, yani bencillik ve menfaatine bağlılığın tam karşıtı olarak görülmektedir. Tasavvufi anlamda olmak, “ete kemiğe bürünmek”, insan diye görünmektir. Yani insanın kendisini bilmesidir. Bu durum, maddenin manayla zenginleştirildiği, özün kabuğa, için dışa, gerçeğin görüntüye hâkim olduğu bir süreçtir. Olmanın ruhu ve insanı yücelttiği, sahip olmanın ise geçiciliğin kalıcılığa, bedenin ruha egemenliğini öngördüğü için insanı ve ahlakı çökerttiği bir gerçektir. Sahip olmak, geçici tatmin ve zevk sağlayan bir imkânlar setini insanlara sunar. Ancak unutulmamalıdır ki; insanların sonsuz sürede tatminini sağlayan hiç bir maddi ve fiziki araç yoktur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|