Selda Öztürk KAY'ın yazı dizisi
Anadolu’nun can damarı Dicle ve Fırat
Politize edilen sular, siyasal etkileşim sürecine bağlanarak güç faktörüne dönüştürüldü. Uluslararası hukuk ise gerçekçi çözüm sunamadı.
‘Mutlak Ülke Egemenliği’ doktrinini benimseyen Türkiye topraklarındaki suları iyi niyet prensipleriyle istediği gibi kullanma hakkına sahip
Güneydoğu Anadolu’ya hayat veren iki nehir, toplam akarsu potansiyelimizin yüzde 28.5’ini oluşturuyor. 2780 km uzunluğundaki Fırat ve 1840 km uzunluğundaki Dicle en tartışmalı uluslararası hukuk sisteminin parçası.
Tarih boyunca yaşam alanı olarak sürekli “su kenarı” arayan insanoğlu, su uğruna sayısız mücadele verdi. Mezopotamya’yı içine alan ve bugün Ortadoğu olarak tanımlanan bölgenin 4000 yıllık tarihinde karşılaşılan pek çok çatışmanın temelinde su vardır. Dünya tarihinde her zaman güç unsurlarının dengesini ve medeniyetin kalitesini belirlemiş olan su, özellikle son yarım yüzyılda Ortadoğu’da yaşam ve ölüm sorunu halini almıştır. TUSAM Ortadoğu Masası uzmanı Miray Vurmay’a göre, Ortadoğu’da hayat ve onur ile eşdeğer olan su, sahip olduğu kültürel ve dinsel değerlerle sosyo-politik bir sembol haline geldi. Bu bağlamda, Ortadoğu’nun en önemli mitlerinden olan Fırat Nehri, hayati özelliklerinin yanı sıra kendisine atfedilen ilahi ve kutsal anlamlar ile “Büyük Irmak” olarak adlandırılıyor.
Bölge için hayati önemde
Ortadoğu’da yaşamış tüm kavimlerin ve devletlerin ilgi odağı Fırat ve Dicle Nehirleri, bölgenin hayat kaynakları olarak nitelendiriliyor. Tek bir nehir havzasının iki önemli akarsuyu olan Fırat ve Dicle, kendi alt havzaları içindeki akarsular ile Mezopotamya’yı sulayan en büyük nehir sistemi olma özelliğine sahip. Türkiye ölçeğinden bakıldığında, toplam akarsu potansiyelinin % 28.5’ini oluşturmakta olan Fırat ve Dicle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya hayat veren iki can damarı. 2780 km uzunluğuyla Fırat; 1840 km uzunluğu ile de Dicle, Ortadoğu’nun en tartışmalı akarsu sistemini oluşturuyorlar. Türkiye’den sonra Suriye ve Irak topraklarından geçerek Irak’ta birleşen Fırat ve Dicle, burada “Şattül Arab” adını alarak Basra Körfezi’ne dökülüyor. Vurmay, geçtikleri tüm topraklara hayat veren, taşıdıkları suyun masumiyetinin aksine iki nehrin yıllar boyunca söz konusu ülkeler arasında aşılamayan bir sorun haline geldiğini belirtiyor.Politize edilen suyun, siyasal etkileşim sürecine bağlanmış bir güç faktörüne dönüştüğünü söyleyen Vurmay, bu güç faktörünün oluşmasını da ülkelerin su kaynaklarına ve bu kaynakların simetrik olarak kullanılabilme yeteneklerine bağlıyor. “Su(suzluk) Sorunu”, uluslararası hukukun da gerçekçi ve uygulanabilir bir çözüm getirememesi nedeniyle, birçok anlaşmazlığı da beraberinde getiriyor.
Türkiye’nin doktrini
Türkiye, Fırat ve Dicle Havzası’nın kaynaklarını elinde bulunduran, yukarı havza ülkesi olarak su politikasını Judson Hormon tarafından ortaya atılan “Hormon Doktrini” olarak da bilinen “mutlak ülke egemenliği” doktrini üzerine oturtuyor. Doktrine göre, Türkiye kendi toprakları içerisindeki su kaynaklarını iyi niyet prensipleri içerisinde istediği gibi kullanabilme hakkına sahip. Türkiye aynı zamanda yine iyi niyet çerçevesinde “önemli zarar vermeme” ilkesini de gözetiyor. Türkiye’nin savunduğu bu prensipler ışığında oluşturduğu politikaların temelinde Dicle ve Fırat nehirlerini “uluslararası sular” olarak kabul etmeyerek “sınır aşan sular” tanımını tercih etme eğilimi yatıyor. Suriye’nin şiddetle savunduğu “matematiksel bölüşüm” e karşı çıkan Türkiye Fırat ve Dicle’nin suları için ’hakça ve akıllıca kullanma’ilkesini ortaya atıyor. Türkiye havzadaki su sorununun aşılması için “Üç Aşamalı Plan” adı altında geliştirdiği çözüm önerisini savunuyor.
Diplomasi iyi kullanılmalı
Türkiye ve Suriye arasında su ihtilaflarını genel olarak düzenleyen bir uluslararası sözleşme olduğunu hatırlatan ASAM Uluslararası Hukuk Danışmanı Doç. Dr. Sadi Çaycı, “Uluslararası su yollarının ulaşım dışı kullanılmasına ilişkin hukuk sözleşmesi”nin 21 Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe girdiğini ancak Türkiye’nin bu sözleşmeye taraf olmadığını söylüyor. Dolayısıyla bu çerçeve sözleşmenin Türkiye’nin su ihtilaflarında bir uygulama alanı söz konusu değil. Bu durumda, su konusunda ilgili devletlerin birbiriyle çelişen görüşleri olduğunda uluslararası uyuşmazlıktan söz ediliyor. Çaycı, “Uyuşmazlıktan bahsettiğimizde izlenebilecek üç yol aklımıza geliyor: En basiti ve arzu edileni diplomatik yöntem. Konuşma ve anlaşma ile mesele biter. Bu elbette en iyimser senaryo. Eğer bu yöntemle anlaşma sağlanamaz ise yine taraflar anlaşarak sorunun çözümünü bir hakemlik kurumuna götürebilirler. Son yöntem de hakemliğe benzer ve yargı yoludur. Uluslararası Adalet Divanı devreye girebilir. Ancak, Ortadoğu bölgesinde ya da bir başka bölgede su konusundaki anlaşmazlıklarda bilinmesi gereken en önemli konu; Türkiye’nin mutabakatı olmadan bu yöntemlerin hiçbirinin uygulanamayacağı gerçeğidir” diye konuştu.
Suriye yokuşa sürüyor
Miray Vurmay, Türkiye’nin izlediği ya da izlemeye çalıştığı su politikalarının, yarım yüzyıldır varlığını koruyan “Türkiye-Suriye Su Sorunu” çerçevesinde karşı taraftan hiçbir zaman gerçekçi bir karşılık görmediğini belirterek, Suriye’nin yaklaşımını şu sözlerle değerlendiriyor: “Siyasi ve gerçek su sorunu arasında seçim yapmakta zorlanan Suriye, hemen her öneriyi muhakeme etmeksizin reddetmiş ve zaten bir kısırdöngü haline gelen sorunu yokuşa sürmeye devam etmiştir. Hatırlanacağı üzere Suriye özellikle 80’li ve 90’lı yıllarda, Türkiye ile ilişkilerinin merkezine su sorununu yerleştirmişti. Ortadoğu düşünce sisteminin gerçeklikten uzak, retorik söylemler ile çoğu zaman gerçeği unutturması bu noktada kendini göstermiş ve Suriye salt dönemsel çıkarları doğrultusunda izlediği” ben “merkezli politikalarla su sorununu abartılı ve çarpıtılmış bir şekilde uluslararasılaştırma eğiliminde olmuştu. Türkiye’nin 1976 yılında projelendirmeye başladığı GAP ile su sorunu adeta kökleşmişti. Projenin uygulama aşamasına geçilen 1983 yılından 90’ların sonuna kadar GAP, Türkiye-Suriye ilişkilerinin kilit noktası durumundaydı.”
GAP tehdit olarak görülüyor
Türkiye’nin akarsu sistemine karşı çıkan Suriye 1990’larda terör örgütüne destek vererek elindeki kozları kullanmayı da ihmal etmemişti.
GAP’ı bölgesel istikrara bir tehdit olarak gören Suriye, Türkiye’nin GAP ile Fırat ve Dicle’yi tamamen kontrolü altına alıp suyu bir silah olarak kullanacağını öne sürmüş ve bu savdan hareket ederek Atatürk Barajı’nın yapımına başlanması ile birlikte mevcut tepkilerini arttırmıştı. Türkiye’nin bu yolla Ortadoğu’nun liderliğine oynadığını her fırsatta dile getiren Suriye, GAP’ı Türkiye’nin “saldırgan bir dış politika davranışı” olarak nitelendirmişti. Sorunun terminolojik aşamasında bile bir birlik sağlanamamış olması, uluslararası hukukun, su sorununun çözümüne ilişkin, daha en baştan işlevsiz kaldığının bir göstergesidir. Öte yandan, Türkiye ile Irak arasında 23 Mart 1946 tarihli “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşmasına Ek Dicle, Fırat ve Kolları Sularının Düzene Konması Protokolü” hâlâ geçerliliğini koruyor. Protokolde suların akışının düzenlenmesi ve taşkınların önlenebilmesi için gereken düzenlemelerin yapılabileceği ve böyle bir durumda Türkiye’nin mümkün olduğu şekilde iki ülke yararına düzenlemeler yapması ve Irak’a önceden haber vermesi öngörülüyor. Suriye 1960 yılında Fırat sularının yeniden düzenlemesini istedi. Bu konuda kesin bir antlaşma yapılmamasına rağmen 1987 tarihli ekonomik işbirliği protokolü ile geçici bir düzenleme yapılarak Türkiye’nin Suriye’ye yıllık ortalama 500 m3/sn su bırakılması kabul edildi. Ulusal Kaynakları İzleme Koordinatörlüğü Başkanı ve Araştırmacı yazar Kudret Ulusoy’a göre, Türkiye ve Suriye arasında geçmişte yaşanan olumsuz olaylar, karşılıklı güvensizlik, Suriye’nin tarihi kompleksleri ve Türkiye’yi kendine rakip olarak görmesi işbirliğini engelliyor. Ulusoy, Suriye’nin Fırat üzerindeki en önemli tesisi olan Tabka (Esad) Barajı’nın elektrik üretimi için normalden daha fazla suya gerek duyduğunu belirterek, Türkiye’nin verdiği suyu Suriye’nin yetersiz bulmasının en önemli sebebi olarak bu verimsizliği gösteriyor. Suriye’nin sulama konusunda Dicle için de planları var. Dicle, 40’ar km Türkiye-Suriye ve Suriye-Irak sınırını oluşturur ve Suriye ile bağlantısı kesilir. Bu kısa kıyıdaşlığa rağmen Suriye 150.000 ikinci aşamada 222.000 hektarlık alanı Dicle’yle sulamayı planlamaktadır.